11 Şubat 2013 Pazartesi

MYFAIR'DE TERAVİ, PORDLAND PLACE'DE RESEPSİYON


 H.Çiçeksever — 08 Eylül 2010
MYFAIR’DE  TERAVİ, PORDLAND PLACE’de RESEPSİYON.H.Çiçeksever’den
Hayatı akışına bırakarak yaşamak bu olsa gerek.. Eğer size bir şeyler nasip olacaksa evren ayağınıza geliyor. Evet hiç programsız geldiğim Londra’da bir akşam teravi diğer akşam ise muhteşem bir binada güzide insan topluluğuyla 30 Ağustos Recepcion’a katıldım.
Torunlarımla Sinop’taydık. Fakat gelinimin bir işi dolayısıyla hemen gitmeleri gerekti. İki çocukla yola çıkacağı için refakat etmek zorunda kaldım. Bir günde karar verildi, ertesi sabah yola çıktık. Uçağa binerken yerlerimizin değiştiğini söylediler ve 19 numarayı verdiler. 19 benim için çok anlamlı bir sayıdır içimdeki ses güzel şeyler fısıldıyordu.
Uçakta o kadar Türk var ki, ülke boşalmış sanki… Çocuklar çok dilli ama önce ana memleketi ve anadil konusundaki bağ hiç eksilmemiş. Hepsi çeşitli yabancı milletlerle evlenmişler. Bir kısmı türbanlı ellerinde Kur’an okuyorlar. Bir kısmının elinde İngilizce kitap.Kur’an okuyana dinimizden ve Kur’andan ayetlerle konuşmama rağmen bana siz Müslüman mısınız, konuşmalarınız beni etkiledi diyor. İnanılmaz bir şey, kafalarındaki putları kırmak ne kadar zor. Allah idrakinizi açsın demekten başka yapacak şey yoktu.
Kimlik, kültür eksikliğiyle dolu bu insanlara ve çocuklarına bakıp düşündüm; bu çocukların kimlikleri, kültürleri, dilleri, dinleri ne olmalı? Yaradan bir şeye karar vermiş, herkesi bir yöne savurup duruyor. İnsan neslini daha verimli kılmak, ıslah etmek için aşılama yapıyor.Dünyanın değişimi için, özellikle tabularla yaşayan ülkelerin hızlı tekamülü gerekiyor ve yaradan tabuları kırmaya çalışıyor diye düşünüyorum bu manzara karşısında. Anne ve öğretmen duyarlılığım ile ülkemin geleceğini ve bu karma çocukları düşünmemek imkansızdı. Çünkü uçak adeta çocuk yuvası gibiydi. Çocuk sesleri eşliğinde bando-mızıka misali, Londra havaalanına indiğimizi anlamadık bile.
İnsan sevdiği, ruhuna hitap yerlere ait hissediyor kendini. Hazırlıksız gelmeme rağmen evimdeyim duygusundayım ama rüyada gibi. Bir müddet sonra Ramazan’da ilk defa burada bulunduğumu fark ettim . Zengin Müslümanların gittiği bir yere teraviye götür beni diye, oğlumdan rica ediyorum. Gençler çok çalışıyor, yorgun ve oruçlu tabi. Beni bunaltıyorsun anne, ben ne göreceğimizi biliyorum diyor. İnatla hazırlanıyorum, I-Phone’la elimizdeki adrese ulaşıyoruz, onbeş paund ödeyerek park ediyoruz.
İngiliz klasiği asırlık evlerle dolu bir cadde, oğlum buranın pahallı bir yer olduğunu ve geldiğimiz 19 numaralı evin en az onbeş milyon paund edebileceğini söylüyor. Üzerindeki tabelada “Katar İslamic Center “ yazılı , üç katlı küçücük bir ev, alt katında kadınlar, üst iki katında erkekler teravi kılıyor. Kadınların hepsi esmer, çarşafları kara , konuşma yok, kapıda ayakkabılar ve çöp torbası karşılıyor bizi. Ben içlerinde tavuskuşu kalıyorum. Müslümanlığı en güzel temsil eden milletin Türkler olduğuna inanın hiç şüphe yok.
Teravi bitti dışarı çıktık. Aynı caddede barlar var, sokak çok kalabalık. Onbir derece havaya aldırmadan ip askılı, mini etekli son derece şık barby bebek gibi kızlar, sevgilileriyle bardan içeri girmek için uzun kuyruklarda sıralarını bekliyorlar. Bu tablo insanı düşündürüyor. Taraviden çıkan Müslümanlar onların yanından hiç bakmadan geçiyorlar. Londra’nın eşsiz insan çeşitliliği bana her an Allahı hatırlatıyor. Rabbim, herkesin aklına bir fikir sokmuş, bir yol tutturmuşlar gidiyor. Birisi bir defa geldiği dünyayı doyasıya yaşıyor, diğerleri hala var mı yok mu kimseden haber gelmeyen öbür dünyada iyi yaşayacağını sanarak yaşıyor ama o gavur memleketlerine koşarak. Ne demeli, hepsi aynı yaradanın kulları.Düşündüren bir manzarayla karşı karşıyayız.Oğlum diyor ki Müslümanlar her yerde işte böyle.
Gerçekten ben Amerika Atlanta’da garajdan bozma cami olarak kullanılan biryere gitmiştim aynıydı Müslümanlar. Kahire’de en meşhur El-Ezher camiine gitmiştim içeride uyuyanlar gördüm, bu ne demek dedim, Ramazan tatiline gelen köylüler dediler.
Londra’ya on yıl önce geldiğimde buranın en meşhur London Mosque Camiine gitmiştim, orası da aynı manzaraydı. İmrendirici, ruha huşu veren insanı çeken görüntü maalesef yok. Zengin Mısırlılar ve fakir Bangladeşliler görmüştüm orada. Yol bilmediğim halde Mısırlı zengin arabalarına almak nezaketini bile göstermediler. Müslüman müslümana güvenemiyor, çünkü hala şeriatta yaşıyorlar. Halbuki; Müslüman; “Muhammed-ün emin nesil” olmakla yükümlü. Fakirler ayaklarını kıbleye uzatmış Kur’an okuyorlardı. Hatta o sene, Arap Prenslerinden birisi , Londra Hayvanat bahçesi için milyon dolarlık yardım yapmış diye hayretle konuşuluyordu.Londra zengin Araplarla dolu. Ama hiçbirisi Müslüman ülkelere yardım yapmazlar. Londra Hayvanat Bahçesini hiç beğenmiyorum bu şehre hiç yakışmıyor. Ankara Hayvanat bahçesi onda daha güzel. Ama bir fark var, buranın girişi çok pahallı ve özellikle hafta sonları uzun kuyruklar oluşuyor. Adamlar satmayı, cazip olmayı biliyor.
Geçen yıl Chelsea’de bir kiliyse geziyordum, yardım günüymüş, hanımlar çalışıyordu. Orada görünen manzara da hiç iç açıcı değildi.
Kısacası olay din milliyet olayı değil..Olay zengin-fakir olayı. Olay medeniyet-cehalet olayı. İslam son din olması nedeniyle aslında medeniyeti temsil ediyor ama insanların önyargıları ve kişisel gelişimlerindeki eksiklik görüntü bozukluğu yaratıyor.Kur’an sık sık; “uyanınız, uyandırınız..” demekte çok haklı.
Londra’ya torunlar nedeniyle sık sık geliyorum ve her seferinde tanıştığım türk veya yabancı dostlara geldiğimi bildiriyorum. İnanın hazırlıksız gelmeme rağmen hep önemli toplantılara denk geliyorum, yabancı arkadaşlarımdan yemek davetleri alıyorum. Avrupa’ya gitmek kolay bir iş değil aslında, Allaha şükürler olsun ki gelebiliyorum. İnsanlar ajan olduğumu düşünecekler diyorum. Türk arkadaşlar aradılar ve 30 Ağustos resepsiyonu var isminizi yazdıracağız dediler, çok memnun oldum tabiî ki.
Daha önce gelişlerimde Ermeni meselsiyle ilgili İngiltere Parlementosundan geçecek karar denk getirilmiş ve aleyhimize propoganda yapan Modern Tate’deki sergiye gitmiş ve tepki vermiştik.Ülke medeni, hem aleyhimize sergi açıyorlar hem demokrat davranıp müze köşesinde tepki hakkı tanıyan zarflar bulunduruyorlar. Medeniyet bu işte.
Bir gelişimde ise Türk Cemiyeti için Menderes zamanında alınan binanın durumu konuşuluyordu, hiç tanımadığım grupta söz alarak konuşmuştum. Binayı satıp parasını derneklere dağıtmayı düşünüyorlarmış. Dedim ki; “siz galiba Londra’da yaşamıyorsunuz. Görmüyor musunuz ünlü mahallelerde evlerin üzerinde, mavi yuvarlak tabelalar var, o evde doğmuş, yaşamış ünlü insanların ismi ve evi yaşatılıyor. Siz bu binayı değil satmak, üzerine tabela koyacaksınız ve yaşatacaksınız. Kıbrıs fatihi olarak Ecevit’e bile yer vereceksiniz. Hiç Avrupa’dan ders almıyorsunuz” dedim. Kırk yıldır Londra’da yaşayan yabancıyla evli bir hanım (80 yaşında) demişti ki; İngilizlerin bir sözü vardır; doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişi olarak bulunmak” siz öylesiniz.
Her gelişimde bir maceram oluyor. Burada yaşamak, düzen o kadar planlı ki, bana büyük zevk veriyor. Hele Londra modası beni çok etkiliyor. Yaz kış demeden ipekli ile çizme, ipekli ile kürk giyiyorlar, zarif, doğal, kimse kimseye bakmıyor. İmreniyorum bu atmosfere. Bu defa hiç hazırlıksız geldiğim için yanımda özel günler için kıyafet almamıştım. İlk defa büyük ölçüde diplomatik bir resepsiyona davet edilmek beni heyecanlandırdı.
Evde hazırlıklarımı bitirdim, bizim bölgeden Jubile Line hattına bindim ve meşhur Oxsford caddesinde Bond Station’da indim. Dünyanın heryerinden gelmiş genç-yaşlı rengarenk insan kalabalığına karışarak tarihi dokusu bozulmamış caddelerde huzur içinde yürümek bana müthiş zevk veriyor. Metrodan çıkıp sağa döndüm, sık sık yenilenen vitrinlere hayranlıkla bakarak yürüyorum, Regent Street caddesine döndüm. Uzaktan dondurma külahı gibi görünen tarihi binanın yanında bulunan, Sofra zincirleriyle ünlü, Özer Restoran’ta arkadaşlarla buluşacağız. Bu güzl mekana erken gelerek insanları ve tertemiz caddeyi tarihi eserleri seyrederken çayımı yudumladım. Türk garson kız geldi, biraz sohbet ettik. Arakadan humus ve zeytinli bir tabak, arkadan suşi, arkadan kızarmış tavuk promosyon olarak geldi. İnanın Türk’ün olduğu yerde hiç aç kalmazsınız. Hep içimden bu güzel ülkemin güzel insanlarına gurbet yaşamlarında muvaffak olmaları için dualar ettim. Dünyanın hiçbir yerinde böyle cömertlik yok. Cömertlik ruhsal tekamülün altın anahtarı aslında.
Arkadaşlarım geldi, yürüyerek elçilik binasına geldik. Uzaktan Londra deyince ne hayal ediyorsanız işte o kadar şık, güzel bir bina. Kapının üstünde Türk bayrağı dalgalanıyor, insan gurur duyuyor. Londra’da yaşayan üst düzey yetkililer, askerler, iş adamları, basın v.s. çok şık giyinmiş eşleriyle birlikte oradaydı, çok kalabalıktı. İkramlar Sofra Restoran’tan gelmiş, her şey nefisti. Hüseyin Özer bizzat ilgileniyordu. Bir beyden resim çekmesi için kameramı uzattım, tam çekiyorken koluna bir bey değdi ve bir şey söyledi. Bakın sizin yüzünüzden resim güzel çıkmadı diye şaka yapınca; “telafi ederiz hanımefendi” dedi ve resmimi çekti. Sonra hafif eğilerek ; ben Londra Büyükelçisi Ünal Çeviköz demez mi? Afedersiniz, biz öğretmenler herkesi öğrencimiz görüyoruz, size kitabımı armağan etmek istiyorum dedim, sizi hep hatırlayacağım Çiçeksever öğretmen dedi, tekrar teşekkür ederek uzaklaştı. Harika bir atmosfer düşünebiliyor musunuz?
Çok cici insanlarımız vardı. Kırk yıldır İngiltere’de yaşamalarına rağmen kusursuz Türkçeleri, pozitif enerjileri, ülke sevgileri karşısında kendi adımıza gurur duymamak imkansızdı.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” Allah Türk’ü korusun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder