22 Nisan 2013 Pazartesi

23 NİSAN BİZİM

 

         Benim naçiz vücudum birgün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” K.Atatürk

 

     “Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş”Seyrani

 


            Ne mutlu bize ki; yarattığı insani uygarlık projesi halkı tarafından benimsenmiş, 20.yüzyıla damgasını vurmuş  Atatürk gibi bir lidere sahip olmakla asırlar boyu övünme şansımız  asla son bulmayacaktır!
         ATATÜRK neden önemlidir?
         Çünkü O; Uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün  bir kişi.
Olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkilapçı.
Sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder.
İnsan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü tek lider.
Bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, ırk, din, dil ayrımı göstermeyen bir önder.
Dünyada ilk defa  ÇOCUK BAYRAMI icat eden,  Dünyaya barışı, kardeşliği, sevgiyi haykırsınlar diye küçük yaştan temel atan  eşi olmayan devlet adamı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Başöğretmen sıfatlı tek DAHİ lider.

1920’den sonra, Yıl  2013!
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını bu yaşımıza  kadar sevinçle kutlamıştık.
Bu yıl adeta bir   yas  günü gibi!
Millet geleceğini göremiyor dünya malı sevdasından…

Ulusal egemenlik, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışıdır.
Çocuk Bayramı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin çocuklara emanet edilişidir.
 Sonra, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı gelir.
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıdır.
Sonra da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gelir.
Çocuklar ve gençler de Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkacaklar, kuruluş ilkelerini yaşatacaklardır.
         „Ey Türk Gençliği; Birinci vazifen ; Türkiye Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.“ Diyor Atatürk!

1919’lar, 1920’ler, 1923’ler.
Kurtuluşun, kuruluşun yılları.   Büyük zafer heyecanları.
Dünya ölçeğinde saygınlık.
Türk mucizesine dünyanın hayranlıkla baktığı dönemler.
İşte o mutlu,  onurlu yıllar Atatürk yılları.
1938 10 Kasımı’ndan sonra Atatürk’süz geçen dönemler.
1939-1945 İkinci Dünya Savaşı.

Şimdi görülüyor ki; Atatürk’ün istediği gibi nesiller yetiştirilmedi ve Cumhuriyet ayağmızın altından kayıyor.

*Ulustan vazgeçilmiş.TC den vazgeçilmiş, bayramlardan vazgeçilmiş!
Neden batı ülkeleri vaz geçmiyor da biz vaz geçiyoruz? Biz sömürgemiyiz?

Siz eviniz (vatanınız)olmadan, nüfus cüzdanınız(millete ait kimlik) olmadan , yani bir yere ait olmadan  yaşayabilir misiniz? İnsanın  doğasına aykırı!

Ulusun egemenliği bağımsızlıktır.
Ülke içerde  ve dışarda ne yazık ki bağımsız değil!
Millet olmadan ümmet olunabilir mi?

 23 Nisan ruhu, milli hâkimiyetimizi istiyor ve emrediyor.
23 Nisan ruhu, milletin hâkimiyetini, hem de  “
kayıtsız ve şartsız
” öne koyuyor.         Bağımsızlığı, egemenliği sonuna dek korumak ise zaten tartışılmayacak kadar “kutsal”  değer taşıyor. Tehlikede olan değerlerin  başında;

         2 MUSTAFA’YI  korumakla görevli olduğumuz geliyor.
         Birincisi  Muhammed Mustafa,
         İkincisi;  Mustafa Kemal Atatürk.

Evrensel barış sütünün  ,  beyin ve  Akıl Mimarı Atatürk’ün öğretmeni olarak  sön sözüm;

 Atatürk bir dahidir. Dahiler insanlığın kurtarıcılarıdır. Asırları  daima büyük dahalar kurtarmış ve dünyanın kaderini tayin etmişlerdir.
 İngiliz düşünür  Scott derki;
         Dahi hocasını iyi seçendir”
Hocanızı iyi seçin  yavrularım..!
Anne ve babanızı seçmek elinizde değil ama  hocanızı  seçmek elinizde. O halde;
Hocalarınızı iyi seçin Çocuklar!







17 Nisan 2013 Çarşamba

"CAN PAZARI"

            Yönetmen Neşe Sarısoy , yapımcı ve metin yazarı  eşi  Zafer Sarısoy ile birlikte  müthiş bir belgesele    imza atıyorlar. 16 Nisan 2013 Saat 22.00- TRT-TÜRK’te gözlerimiz yaşlanarak Kırım Türklerinin sürgün yaşamlarına tanık olduk. Bu gece yayınlanan 2. Bölümün adı: Can Pazarıydı.
            Yayınlandığı andan itibaren Türkiye’nin dört bir yerinde yankılanan belgesel “Kırımoğlu Bir Halkın Mücadelesi” mutlaka izlenmesi gerekli.
            1921-1922 yıllarında Kırım'da yaşanan açlık felâketi 100.000 kişinin canına mal oldu ki, bunların % 60'ından fazlası Kırım Tatarları. Sovyet ordusunun tekrar Kırım'a girmesini müteakip bir ay içinde, 18 Mayıs 1944'de vuku bulan Kırım Tatarlarının topyekûn sürgünü ve onlara karşı yapılan soykırım   vahşeti  gözler önüne seriliyordu.
            Kırım  gibi  güzel topraklardan, 2. Dünya Savaşı’nın ardından Ruslar tarafından topraklarından sürülerek 50 yıl boyunca Sibirya’da yaşamak zorunda bırakılan Kırım Türklerinin yaşam mücadelesindeki inanılmaz olaylar  anlatılıyor.
            Bataklıkları kendi vücutlarıyla kurutuyorlar. Hiç bir şeyleri olmayan Kırım Türklerinin, sürgünün ilk yıllarında  Özbekistan çölleri ve bataklıklarındaki hayatta kalma mücadelesi yürek yakıyor.  Adeta soykırıma dönüşen bu sürgün sırasında ve sonrasında Kırım Tatar halkının yarısının yok edildiğine, Özbekistan’daki bataklıklarda nasıl yaşam savaşı verdiklerine, bütün ailesini kaybeden yapayalnız çocukların acı dolu hatıralarına şahit oluyorsunuz. Belgeselin en acı anılarla dolu dakikaları insanın içini acıtıyor gerçekten.
             Mustafa A. Kırımoğlu o yıllarını anlattığı röportajında “Karnımızın neredeyse hiç doyduğunu hatırlamıyorum, açlıktan çığlıklar atarak  öldü çocuklarımız.”   diyor.
             Şemsiye Useyinova: Herkes aç. Pamuğa alıp gittiler sabah herkesi. Sular çamur, içiyorsun çamur. Başladı dizanteri. Halk başladı hastalanmaya. Bir göz eve soktular bizi o evin kapısı yok penceresi yok. Kış geldi, soğuk. Perde gibi bir şey kapıya tuttu anam, babam dayanamadı garip, çıkıyordu avluya hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
            Asiye  Azizova:Baba öldü, anne öldü, kardeşim öldü. Kaldık iki çocuk birimiz 4 yaşında birimiz de 5 yaşında.
            Fevziye Seyitmahmutkızı: Yaşında kardeşim böyle omzumda öldü. Sekiz buçuk yaşında çocuğum ben. Ana çocuk uyudu, yatır yerine diye anama götürdüm, çocuk uyuklama değil de ölüp kalmış sabim. Anam “Vay yavrum ölmüş” deyip çocuğu elimden aldı.
            Bir Hatırattan: Hiçbir şeyleri olmayan bu insanlara,  bir bataklık  gösterilir, alay eder gibi yerleşin ve yaşayın denir.

“Cüzzamlıların  ayları, yılları birbirini kovalıyordu.  Bataklık olan arazide, ikmalsiz, yiyeceksiz ve sağlık  yardımı görmeden yaşamaya çalışıyorlardı. Bu bataklığı Kırımlılar kendi vücutlarıyla kuruttular. Şimdi Begavat'da yaşayan bir Kırımlı, Dalverzin solhozunun sokaklarında  yürürken  bana şöyle demişti : «Ayağımı yere vurmaktan korkuyorum, çünkü her bastığımda toprak altından gelen iniltiyi duyar gibi oluyorum.» 
            Bu belgesel bizlere; Vatan toprağının ne kadar kutsal olduğunu hatırlatıyor .



11 Nisan 2013 Perşembe

WHO ARE-YOU? BİZ KİMİZ?


                 "Sanatçı alnında ışığı ilk hisseden insan" olarak, Gazi Sansoy  İlayda Sanat galerisinde açtığı 7. Kişisel sergisinde iki dilden soruyor:  "Biz Kimiz? Who are-you?"
                Köylerden oluşan karmaşık metropol İstanbul’da insan soruyor, sorguluyor. Bugün kapımın önünde kurulan Sosyete Pazarını dolaştım, insan karmaşasına çeşitliğine dalarak dolaşıp durdum. Eve geldim çok sevdiğim komşumun cenazesi olduğunu öğrendim. Sevgili dostlarım Gül ve Ece Sadıklar, yalnız olmadığımı hissettiren güvenilir az bulunan insanlardan. Amcasının vafatı nedeniyle ikindi namazında Zincirlikuyu’da toplandık. Öğle üzeri bulutlu karanlık hava dağılmış ve güneş; mezardaki mermerlerle birlikte çiçekli ağaç  dallarına yüzünü  çevirmiş baharla bir uyanışı müjdelerken bir yolcu uğurluyordu. Cihangir’in çok sevilen doktorlarından 84 yaşındaki, Dahiliye Mütehassısı Dr. Fahri Dündar Sadıklar, sevenleri, ailesi ve akrabalarıyla birlikte çok nezih bir toplulukla son yolculuğuna uğurlanıyordu. İşte hayatın sonu; “altından ağaç, zümrütten yaprak, insanı doyuracak bir avuç toprak.”

Zincirlikuyu’dan ayrıldım Nişantaşı-Teşvikiye’de  1968 İstanbul doğumlu sanatçının sergisinin açılışına gittim. Sanatçı; Biz Kimiz? derken, konularını şöyle sıralamış; Yüzsüzler Serisi-Harem-Altın Boynuz.
Son yıllarda milletin bütün manevi değerlerini alt üst eden siyasi polemiklerden sonra milli kimliğimize gölge düşürülmüşken sanatçı duyarlı kimliğiyle nasıl sormasın ki; Biz Kimiz?
              
                          Batı resminin büyük ressamı Levni’nin minyatürlerinden yola çıkarak,tablolarında doğu-batı karışımı bir sirki andıran tüm bu insan figürleri karmaşasıyla neyi anlatmak istiyorsunuz, biz kimiz diye sordum? Ben Türküm sizi bilmem ama artık soracağız galiba, biz kimiz diye cevap verdi. Yüzsüzler bana çok şey anlatıyordu.
                Güncel kentsel dönüşümü anlatan devasa bir ebatta Fikirtepe’nin sonu tablosunun önünde resmini çektim.Olaylarla hem zıtlaşıyor, hem dertleniyor…Ataşehir’deki Mimar Sinan Camisiyle Sinan’ın kemiklerini sızlattılar, bunları gör de resimlerinde kullanma diyor. Doğrusu nedir diye soruyorum, benim gibi düşünüyor: “Biz Türklere özgü camileri ise gayet güzel formatlarla Selçuklular yapmışlar, Anadolu’nun pek çok yerinde dimdik ayaktalar” diyor.
                Her tablo çok yorucu ve detaylı bir çalışma ürünü olduğu kadar karşısında kitap okumak gibi bir zaman ayıracağınız  resimli anlatımıyla mimarimizi, siyaseti, yüzsüzleri, suçlu gördüğü her şeyi anlayana en ince datayına kadar   yorumladığını görüyorsunuz. 
                Son derece teferruatlı çizimleriyle konuşan, düşünen, düşündüren bir sergiydi. Ellerine, gönlüne sağlık, başarılar Gazi Sansoy!

10 Nisan 2013 Çarşamba

RENKLER, YÜZLER, SOKAKLAR

                                                              
            Artshift ile Adahan İstanbul’un işbirliğinde, ressam Peruze Yiğit’in eserlerinden oluşan ‘Renkler, Yüzler, Sokaklar’ isimli sergisinin açılışındaydık.  
            Kuruluş hedefleri arasında sanatı desteklemek olan Adahan İstanbul, isimlerinin anlamı “dünyanın evi” demek olan zamanın en önemli banker ailesi Kamondo’lardan geriye kalan birçok gayrimenkulden biri. İstanbul’un ticaret ve bankacılık merkezi olan Galata-Pera’da 135 yılı aşan geçmişi ile bölgenin kültürü, tarihi dokusu ve sosyal hayatını yansıtan önemli bir yapı. Sergide, binanın tamamı sergileme alanı olarak kullanılıyor ve tarihi merdivenlerden  tabloları izleyerek iniyorsunuz.  Adahan’ın rufundan görünen muhteşem İstanbul silueti ise 7 tepeli şehri, ünlü camileri, Haliç’i  bir başka tablo gibi sergiliyordu.
            Çırağan’ın güleryüzlü  eski  Kültür Ateşesi Ayşe Sipahioğlu’nun sunumu açılışa ayrı bir renk katıyordu. Çırağan’dan alıştığımız bu tür sanat aktiviteleri nedeniyle dostlar bir araya gelme fırsatı yakaladık.  
             ‘Renkler, Yüzler, Sokaklar, 4Nisan-9Mayıs” arasındaki sergi  Peruze Yiğit’in  13. kişisel sergisi. 50’ye yakın karma sergide de yer alan ve 7 ödülü bulunan sanatçının eserleri yurtiçi ve yurtdışında birçok özel koleksiyonda yer alıyor.
            Sanatçı bu sergisinde, kendine özgü bakış açısıyla  kentin enerjisini, tarihi dokusunu ve keşmekeşini çok sevdiği İstanbul’u yansıtırken, kah Balat’ta kah Galata’da kah Sulukule’de bulurken, başka bir tuvalde Hezarfen Ahmet Çelebi’nin aşkını izliyorsunuz.
             Peruze Yiğit “Resimlerimdeki figürler bazen tanıdık bir yüz gibi gelir. Ancak onlar bir düş aleminde yaşarlar ancak gerçek bir mekandan alınmış kendilerine özgü bambaşka bir sahnede rol alırlar” diyor.

1 Nisan 2013 Pazartesi

SAVAŞ KARAKAŞ


Bu akşamki yemeğimizin konuğu; araştırmacı, metin yazarı, yapımcı, yönetmen, dalgıç,bir vatan gönüllüsü, adı gibi bir savaşçı, cesur delikanlı , bence ülkemizin özel evlatlarından biri Savaş Karakaş’tı.
*Çocuk var mı diye sordum pat diye? Aman yavrum sizler gibi özel insanların çocuğu yok, adamlar kırk tane doğuruyor..! Kim taşıyacak Atatürk’ün emanetini?
*Yaşamanın amacı nedir diye soruyorum? Cevap çok anlamlı!
“Ağırlık olmaktır diye yanıtlıyor.Mesela açık pencere önünde masa üstündeki kağıtların uçmaması için üzerine ağırlık koyarsınız.İşte öyle bir şey, manevi tapularımız üzerinde ağırlık olmaktır.” Diyor Savaş Karakaş.
*Kaç yaşında aşık oldun diyorum? 16-17, ama sonra defalarca yaşanan duygular var diyor.
Çanakkale’yle ilgili anlamlı, kısa, öz, duygu yüklü, acı yüklü bir sunum gerçekleştirdi. Bugünlerde daha bir anlam kazanan, dokunaklı bir cümleyle sonunda şöyle diyordu. “Bu insanlar vatan için, bize bir yurt bırakmak için canlarını feda ettiler. Peki siz Cumhuriyetimiz ve vatan için ne yapıyorsunuz?”
1968 Ankara doğumlu olan Savaş Karakaş, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı gazisi dedesinin Hafız Hilmi bey’in günlüğünü okuduğundan beri kendisini Çanakkaleli sayıyor.
Sözlerine; “Yağmurdan bahsetme, yağdır” diyen Victor Hogo’yla başalayan Savaş hem Türkiye’de hem Dünya’da eserleriyle yağdırıyor.

CMAS – Dünya Sualtı Sporları Federasyonu dalış eğitmeni olan Karakaş, 1997 yılında Çanakkale savaşı batıklarını araştırmaya başladı. Çanakkale Savaşının ilk ve en kapsamlı sualtı , belgeseli ‘Derinlerdeki Tarih’e imza attı.
2002 yılında Çanakkale’de İngiliz Granada Television tarafından hazırlanan ‘Battlefield Detectives’ ve 2003 yılında BBC tarafından çekilen ‘Gallipoli: The first D-Day’ belgesellerinde görev aldı.

2004 yılında Dumlupınar belgeseliyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi ‘Övgü’ ödülüne layık görüldü.
2006 yılında ‘Kayıp Denizaltılar’ projesini gerçekleştirdi. Çanakkale Savaşları sırasında derinlerde kaybolmuş Avustralya, İngiliz ve Fransız denizaltılarını ilk kez gün ışığına çıkardı.

2007 yılında Kültür Bakanlığı desteğiyle, kendisine 3. Ödülü kazandıran ‘Derinlerdeki Kahraman: Mustafa Ertuğrul’ belgeselini hazırladı.
2008 yılından itibaren insan sömürüsüne maruz kalan vahşi hayvanlar üzerine ‘Kocaoğlan’ı Kurtarmak’ ve ‘Flipper’ı Kurtarmak’ belgeselleri ile Journeyman Pictures’ın film kataloguna girmeye hak kazanmıştır.

2009 yılında Kültür Bakanlığı desteğiyle çektiği ‘Savaşta ve Barışta’ belgeseliyle Midilli Kruvazörü ve Atılay denizaltısının Ege’de 24 yıl arayla kaybının ardındaki sır perdesini aydınlattı.

Savaş Karakaş , Gelibolu Tarihi Milli Parkı Danışma Kurulu üyesidir.
Kendisine sağlıklı, başarılı ömür diliyorum.